Hoş Geldin, Ziyaretçi!

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Twarz: Yuzler Kalbin Aynası Mı? Film Eleştirisi

Magazin Editor

Magazin Habercisi
Katılım
28 Mar 2019
Mesajlar
7,951
Web sitesi
www.magazin.biz.tr
68. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Juri Odulu’ne layık gorulen Twarz, 2018 yılında Kafka’nın Donuşum’unu daha modern bir hikaye gibi anlatıyor. Film vesilesiyle nesillerdir kafaları kurcalayan klasik varlık problemlerine de bir cevap arıyoruz. Bizi biz yapan şey nedir? Yuzumuz icimizin aynası mı? Birinin gozlerine bakınca onun ruhunu gorebilir miyiz?

Yazının geri kalanı filmle ilgili ipucları icermektedir.

Evet! Sizi siz yapan şey yuzunuzdur. Bir insanın ici nasılsa, dışı da oyledir yani. Bir cift goze doğrudan bakarak iceride gizlenen ruhu gorebilirsiniz… Goremeyeceğinizi mi zannediyorsunuz? Sizce bu sorulara verilen cevaplar sacma mı? O halde Polonyalı yonetmen Malgorzata Szumowska’nın anlatacaklarını dinleyin. Twarz’ın aslında oldukca basit bir hikayesi var. Mateusz Kosciukiewicz’in canlandırdığı Polonyalı Jacek, bir koyde yaşamaktadır. Sıkı bir metal muzik dinleyicisi olan Jacek, para biriktirip dilini bilmese de Londra’ya taşınmak ister. Para biriktirmek icin de dunyanın en buyuk İsa Mesih heykelinin inşaatında calışmaktadır. Kader her zamanki gibi ağlarını orer, talihsiz bir kaza gelir onu bulur. Heykelden duşerek ciddi bir şekilde yaralanır. Oyle ya, her insanın bir trajedisi vardır. Hayat hic kimse icin iyilik ve guzellikle dolu değil. Jacek’in başına gelenler de herhangi bir filme konu olmaya yeter belki. Ama esas hikaye Jacek’in gecirdiği kazadan sonra başlar.

Kimileri buna şans da diyebilir. En azından, Jacek’in bağlı olduğu kilisenin rahibi şans olduğunu duşunuyor. Jacek, kazanın ardından hastaneye kaldırılarak Polonya’da gercekleştirilen ilk yuz nakli ameliyatını olur. Resmen hayatını surdurebilmesi icin kendisine ikinci bir şans verilmiştir. Ama bu noktadan sonrası biraz karanlık; cunku yuzu artık kendisinin olmadığı gibi, yaşadığı hayat da kazadan onceki hayatına pek benzememektedir. Kazadan once, neredeyse İsa’ya benzeyen mavi gozleri ve uzun saclarıyla cok yakışıklı olan o genc adam gitmiş, yerine bir gozu gormeyen, şiş suratında bir ifade bulunmayan, ustelik ne dediği de anlaşılamayan bir adam gelmiştir. Jacek’in ailesi ve sevdikleriyle arasında bir kopuş başlar. Esasında bu insanları da anlamak gerekir. Eskiden tanıdıkları adam başka bir yuzle, konuşamadan, mimik yapamadan, kelimenin tam anlamıyla ifadesiz olarak aralarına girip, eski sosyal konumunu istemektedir. Fakat cahil ve bağnaz koy halkında kafalar karışıktır. Jacek’in annesi dahi kendi oğluna artık sevgi besleyemez. O yuzun arkasındaki ruhun, yuzun gercek sahibine ait olduğuna inanır. Oldukten sonra tanrı bile Jacek’i tanıyamayacaktır belki de. Bu yeni adamı artık sevmediğini kilisedeki bir gunah cıkarma seansı esnasında oğreniriz.

Polonya’nın burokratik anlamda Turkiye’ye olan benzerliği coğu izleyiciyi şaşırtmış olabilir. Filme konu olan yuz nakli işlemi Polonya’da ilk kez yapıldığı icin, prosedurler henuz oturmamıştır. Cok tehlikeli bir ameliyat gecirmesine rağmen, devlet pahalı ilacların bir kısmını karşılamaz. Engelli raporu alabilmek icin karşısına cıktıkları heyet de, Jacek’in engelli sınıfına giremeyeceğini iddia ederek raporu vermez. Fakir ve cirkin Jacek icin kapılar kapanmıştır… Fakat yeterince karlı gorunurseniz, kapitalizm herkese yardım elini uzatır. Jacek icin de kurtuluş kapitalizm – yani reklamlar olur. Yuzundeki tahribat ve ameliyatın başarısı sonrası medyada buyuk yer bulan Jacek, bir marka icin reklam yuzu olur ve mankenlik yapmaya başlar. Amac tuketicilerin acıma duygularına oynamak, bir yandan da markanın duyarlılığını vurgulamaktır. Jacek bu tarz ince detaylara takılacak durumda olmadığı icin teklifi kabul eder ve para kazanmaya başlar. Bu paranın başka bir sorunu daha cozebileceğine inanır. Kazadan once nişanlandığı guzel sevgilisi artık kendisiyle goruşmemektedir. Kapısında ciceklerle beklemek ya da aile uyelerini aracı olarak gondermek kar etmez. Bir umut manken olarak cektirdiği fotoğrafları, ablası vesilesiyle sevgilisi Dagmara’nın evine gonderir. Ama Dagmara’nın annesi bu konuda katıdır. Evlenmeleri durumunda cocukların da Jacek’inki gibi bir yuzle doğmasından korkar. Dagmara’ya hala Jacek’i sevip sevmediğini sorduğunda aldığı cevap ise “Bilmiyorum.” olur. Dışlanmış ve yalnız bir Jacek’le empati yapmak kolaydır ama Dagmara da cevabında cok mu haksızdır? Sevmiş olduğu adamın yuzu gitmiş, yerine bir başkasının yuzu gelmiş… Sevilen kişi aynı kişi midir gercekten? Bunun garantisini kim verebilir ki? Ya da kim Dagmara’yı, sevdiği yuz gidince sevgilisini bıraktığı icin suclayabilir?

Dagmara ve Jacek, sevgiliyken buluştukları koprude acıklı bir karşılaşma yaşarlar. Jacek sevgilisinin saclarının değiştiğini fark eder ama soylediklerini Dagmara anlamaz. Anlamaya da calışmaz zaten. Jacek’in doğru şekilde telaffuz edebildiği tek kelime “Değişmişsin.” olur. Gorunuşu değişen kişi kendisi olduğu halde, etrafındaki insanlar ondan daha fazla değişmiştir. Kimileri iyi, kimileri kotu yonde… Dagmara, ağabeyi, eniştesi, hatta annesi bile Jacek’ten gunden gune uzaklaşırken, ona git gide daha fazla bağlanan ve şefkat gosteren biri de vardır: Ablası! Hastanede yattığı gunlerde kendisini temizleyen, fotoğraf cekimlerinde ve her tur doktor ziyaretinde yanında olan, en sonunda nefret ettiği Dagmara’yla kardeşini barıştırmak icin kızın kapısına kadar giden ablası, Jacek’i kimsenin tahmin edemeyeceği kadar sahiplenir. Zaten filmin başından itibaren Jacek’i ve hayallerini en iyi anlayan kişi de kendisi gibi gorunmektedir. Fakat ablası cok ince ve duyarlı biri olduğu icin mi boyledir, yoksa Jacek’e sadece acıyor mudur, bir şey soylemek cok zor. Bu filmde Jacek’in bile aslında cok duyarlı biri olduğu soylenemez. Hikaye sonucta herkesin sıradan ve normal olduğu, kendileri gibi olana acık ve sevecen, aynı dili konuşmayan, aynı dinden olmayan herkese duşman insanların yaşadığı bir koyde geciyor. Bu koy icin tum insanlığın koyu diyebiliriz yani. Hepimiz aynı duzenin birer parcasıyız. Hayvanların, kendilerinden farklı doğan yavrularını yemesi gibi; insanlık da kendisinden bir şekilde farklı duşen bireyi ciğner atar. O yuzdendir ki dışlanmışlığın acısını en cok, toplumun en fazla ezdikleri anlar. Jacek metalci olması, ulkesinde yaşamak istememesi ve (en ağır sucu olan) dindar bir insan gibi yaşamamasına rağmen İsa’nın kuzularından biriydi ve bu haliyle de kabul edilebilirdi. Ama kim olduğundan bile emin olunamayan yeni haliyle ancak arafta yaşayabilir.

Fiziksel ozelliklere anlamsızca bağlanmak… Bu estetik takıntı insanlığın laneti olmalı. Kafamızı cevirdiğimiz her yerde simetrik, kolay ozdeşim kurabileceğimiz, bizi itmeyecek ve kendimizi dışlanmış hissettirmeyecek goruntuler gormek isteriz. Bu yuzden de tahmin edilebilir bir şekilde, Jacek’i en fazla sevenlerden biri, yuzunu aldığı donorun hic tanımadığı annesi oluveriyor. Jacek’te kendi oğlunu gorebileceğini zanneden anne, kendi annesinden bile daha sevgi dolu gorunmektedir. Estetikten bahsetmişken, filmin sinematografisi hakkında da birkac şey soylemek gerekir. Yonetmen, Polonya’nın doğal guzelliklerini filmde bol bol kullanmış. Odağı netleyerek, blurlu cektiği sahneleri pek guzel gorunmese de, doğanın guzelliğinin filme farklı bir estetik derinlik verdiği soylenebilir. Fotoğrafik elementlerin gecişi esnasında kullanılan muzikler de iyi secilmiş. Cocukların oynadıkları kesik domuz kafası, İsa heykelinin yanlış yone bakan kafası ve Jacek’in kafasız gezdiği sahnelerdeki paralellikler dikkatli izleyicinin gozunden kacmayacaktır. Aynı imgenin tekrar tekrar kullanılması, yonetmenin derdini sozcuklere dokmeden izleyiciye aktarmasını sağlamış.

Jacek’in butun dunyası yavaş yavaş parcalanırken, kendisine yine eskisi gibi sevgi dolu olan bir insan daha vardır. Babası, Jacek’in icinde bir yerlerde hala aynı kişi olduğunu ve hic değişmemiş olduğunu bilir. Olmeden once bunu ona da soyler. Kendisini olduğu gibi kabul eden tek kişinin kaybı, Jacek icin de bir kopuş olur. Cenaze sahnesinde Turkiye’de cok kişinin şahit olduğu bir mizanseni izleriz: Mezarın başında, olu daha soğumamışken, kalacak miras icin kavga etmek! Belki de bir insanın icinin cirkinliğinin en kolay gorunebileceği ortamlardan biridir. İşte Jacek bunu gormeye dayanamaz. Babasının mezarı başında, kalacak bir tarla icin kavga eden eniştesi/ablası, ağabeyi ve annesinin arasında daha fazla yaşayamayacağını anlar. Cekip gitme vakti gelmiştir. Şu saatten sonra dilini bilmediği Londra’ya taşınmak da, Varşova’da bir apartman dairesine yerleşmek de, uzaya cıkıp Mars’ta oturmak da aynı şeydir. Her yerde yalnız ve dışlanmıştır. O nedenle Jacek’in acıklı sonuna değil, kalanların acıklı yaşamlarına uzulmek en doğrusu. Cunku insanlık tarihinde ne Jacek’ler tukenecek, ne bağnaz aileler, ne sadakatsiz sevgililer… Jacek’ler gun gelecek hamam boceğine donuşecek, gun gelecek yuz nakli olacak ve toplum her zaman dışlayıp otekileştirebileceği birilerini bulacak.

İdil Hazal Acar