Hoş Geldin, Ziyaretçi!

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

“Daha mutlu olamam!” sendromu

Katılım
29 Tem 2019
Mesajlar
86
Zamanın ruhu, tüm ruhlara hiç durmadan şu mottoyu fısıldıyor: Mutlu et kendini… Peki mutluğun hiç yan etkisi yok mu? Ne kadar mutluluk yeter? Mutluluk sıradan bir hal alırsa ne olur? Ya “daha mutlu olamam!” sendromu sizi de bulursa… İşte mutluluğun karanlık yüzü…
Başka önemli bir soru da şu: eğer birey günlere, haftalara, yıllara yayılan bir mutluluğa ulaşmışsa, sürgit mutluysa, bu gerçekten iyi bir şey mi? Mutluluğun karanlık bir yüzü de olabilir mi? Yeni araştırmalar böyle olabileceğini söylüyor bize.
Mutluluğun karanlık yüzü… Mutlu olmak zorundasın!
İnsanların neden mutlu olmak istediklerini açıklamaya çalışmak oldukça gereksiz bir çaba. Tabii ki herkes mutlu olmak ister. Üstelik zamanın ruhu da mutlululuğun peşinde koşmamızı talep ediyor bizden. Bu nedenle mutluluk belli bir süredir bilimsel araştırmaların da konusu olmaya başladı. Yani artık hayatın anlamını mutlu olmak üzerinden tanımlayabiliriz.
Evet insan kendini çok daha iyi hissediyor mutlu olunca ve hayatın birçok alanında kolaylık sağlıyor bize mutluluk duygusu. Örneğin fiziksel sağlığımıza olumlu etkisi olduğuyla ilgili sayısız çalışma var. Üstelik mutlu olduğumuzda insanlarla olan ilişkilerimizin düzeldiğiyle ilgili birçok veri de var. Olumlu duyguların başarılı bir hayat yaşanması, farklı alanlardaki yeti ve becerilerimizin ortaya çıkması ve hayatın olumsuz yanlarına daha rahat tahammül edilebilmesine önemli katkıları olduğu da bilinen bir gerçek.
Mutluluk arayışı tartışılmaz bir şekilde 21. yüzyılın leitmotifi gibi duruyor. Sürekli bir mutluluk arayışı bütün yapıp etmelerimizi belirliyor. Ama binlerce kitap ve araştırma yine de şu gerçeği değiştiremedi: mutluluk karmaşık bir süreçtir ve ne yapılırsa yapılsın, gelip geçici bir duygudur.
Mutlu olmak zorunda olduğumuz o kadar aklımızda yer etmiştir ki, şu sorular hiç sorulmaz, belki de saçma geldiği için: mutluluğun bir bedeli var mı, varsa nedir? Mutluluğu hayatın en önemli anlamı ve hedefi yapmak gerçekten bu kadar manalı ve mantıklı mı? Son yıllarda pozitif psikoloji akımı mutlu olmamızın belirli reçetelere uymamız sonucunda gerçekleşeceğini iddia etti ve milyonlarca insanı da bu iddiaya inandırdı. Oysa içinde bulunduğumuz çağda bu hazır reçetelerin (bkz. kişisel gelişim kitapları) işe yaramadığı hemen her gün deneyimlendiği gibi, mutluluğun geçici bir duygu olduğu da daha iyi anlaşılır hale geldi.
Bu durumda kendimizi daha iyi hissetmeye, memnuniyete ve hayatın doğru idare edilmesine odaklansak daha gerçekçi olmaz mı? Durmaksızın mutlu olmakla, hayatından memnun olmak birbirinden tümüyle ayrı iki durum çünkü. Mutluluk anlık bir duygu ve geçici; hayatımızın bütün evrelerini göz önünde bulundurursak, memnuniyetin daha anlamlı ve ulaşılabilir bir duygu olduğunu söyleyebiliriz.
Mutluluk klişeleri
Mutlu olmanın ne demek olduğunu bize dikte eden kesin tanımlarımız var artık ve böyle olması da herkese iyi geliyor. Oysa mutlulukla özdeşleştirilen bu kavramlardan şüphe duymalıyız bence.
Örneğin para ve mutluluk çifti hakkında. Paranın mutluluk getirmediği hakkındaki klişeyi ele alalım. Paranın gerçekten de mutlulukla karmaşık bir ilişkisi vardır. Loto milyarderlerinin yaşadıkları ruhsal sorunlar hakkında haberler okuyup dururuz gazetelerde. Parayla saadet olmadığı, paranın insanı yoldan çıkardığıyla ilgili bir sürü şehir efsanesi dillendirilir zaman zaman. Yeni birçok çalışma öyle demiyor oysa: çalışmalar parayı mutlulukla özdeşleştirmese bile, en azından parası olanın olmayandan daha mutsuz olmadığını gösteriyor. Belli düzeyde para sahibi olmanın insana önemli bir özgürlük ve hareket alanı sağladığı çok açık. Mutluluk olmasa bile, haz ve keyif belli bir düzeye kadar satın alınabiliyor çünkü. Ama açık ki para doğru harcandığında mutlu edebilir insanı, mutlu olmaya giden yolda kullanılabilir bir araca dönüşebilir.
Bunun yanında, paranın varlığı nedeniyle seçilecek şeylerin çoğalması stres düzeyini de arttırabilir. Ama burada para mı, yoksa parayla ne yapacağına karar veremeyen midir sorumlu olan? AB’de yapılan komik bir araştırma sonucu şöyle: Yıllık gelirin 40000-70000 Euro arasında olduğu bir yerlerde, gelir düzeyinin düşmesine bağlı olarak mutluluk zorlaşmaya başlıyor.
Çocuk mutluluk verir – yoksa vermez mi? Sosyal psikologlar çocukla mutluluk arasında bir bağlantı olduğunu gösteren tek bir çalışma olmadığını söylüyorlar. Küçük bir çocuğun gülümsemesi içimizi ısıtabilir ama itiraz fazındaki iki yaşında bir çocuğun günlük hayatı nasıl bir cehenneme çevireceğini çocuğu olanlar bilir. Belki şunu söyleyebiliriz, çocuk genel olarak hayattan memnuniyetimizi arttırabilir ama günlük mutluluğumuzla ilgisi yoktur.
İyi, stabil bir ilişki mutlu eder. Ama kimi ve ne kadar süreyle? Sonsuz aşk ve evlilik birbiriyle ne kadar biraradadır? Yapılan kimi çalışmalar evlilerin bekârlardan daha mutlu olduğunu söylüyor. Ama erkekler ve kadınlar bu soruya farklı yanıtlar veriyorlar. Kadın boşandıktan sonra daha huzurlu olduğunu söylüyor örneğin.
Evlilik süresi mutluluk için bir ölçüt olabilir mi? Neden bazı insanlar eşleri öldükten sonra güzelleşiyorlar? Sorular sorular… mutluluk araştırmacılarının buna da şöyle bir yanıtı var: kişiyi mutlu eden evlilik değil, mutlu bir evliliktir.
Yaşam kalitesi, hayat standardı mutluluğu arttırır. Bu durumda Danimarkalıların dünyanın en mutlu insanları olması gerekirdi. Danimarka, hayat kalitesinin, kişi başına düşen gelirin, özgürlük ve güvenliğin en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor çünkü. Evet bu koşulların varolması kendini iyi hissetmenin temel koşullarından biri olabilir. Ama mutlu olmakla ilgili gerçek biraz farklı. İskandinav ülkelerinde, İsviçre, Kanada ve ABD’de intihar oranları Türkiye, Yunanistan, İspanya gibi ülkelere göre daha yüksek.


Hayat ve mutluluk üzerine o kadar az şey biliyoruz ki henüz. Ama şunu iyi biliyoruz, mutlu olmak için ne kadar çok uğraşırsak, mutsuz olma olasılığımız o kadar artıyor.
Mutluluğun gölgesinde hayat
Başka önemli bir soru da şu: eğer birey günlere, haftalara, yıllara yayılan bir mutluluğa ulaşmışsa, sürgit mutluysa, bu gerçekten iyi bir şey mi? Mutluluğun karanlık bir yüzü de olabilir mi? Yeni araştırmalar böyle olabileceğini söylüyor bize.
Bazen mutluluk kaçınılması gereken, işlevsel olmayan hatta zarar verebilecek bir duygu da olabilir. Eski Yunan filozofu Aristotales, hem olumlu hem de olumsuz duygudurumları için ölçülü olmanın en ideali olduğunu söyler. Bunu Metriopatheia olarak adlandırır. Çok azı da, çok fazlası da zarar verir, der büyük filozof.
Bu mutluluk için de söylenebilir mi? Mutluluk üzerine yapılan en son çalışmalar Aristotales’i doğruluyor. Aşırı mutluluk duygusu, bulutların üzerinde dolaşmak, bireyin ruhsal ve sosyal performansını düşürüyor. Mutluluğun fazlası uyum yeteneği, emosyonel denge veya bilginin içselleştirilmesi gibi konularda yarar getirmediği gibi, bu yetileri zayıflatıyor da. Akıllıca kararlar almak, yaratıcı düşünebilmek, sosyal olarak uygun davranabilmek esas olarak orta düzeyde, ölçülü bir duygu yoğunluğuna sahip olduğumuzda mümkün olabiliyor.
Emosyon araştırmacılarının söylediğine göre olumlu duygularla olumsuz duygular arasındaki oran 1/5 veya daha yüksek olursa birey daha katı, farkındalığı daha az davranış kalıplarına başvuruyor. Daha az karmaşık düşünmeye meyilli oluyor. Türkçesi, mutluluk insanı biraz aptallaştırıyor. Bilişsel va yaratıcı yetilerimiz için olumlu ve olumsuz duyguların en uygun oranının 1/3 ve 1/5 arasında olduğu söyleniyor.
Çocukluğu ve gençliği aşırı mutluluk içinde geçen bireylerin yaşam sürelerinin daha düşük olduğu söyleniyor. Bu da bu kişilerin sağlık açısından riskli ve tehlikeli durumlara oldukça duyarsız yaklaşmalarından kaynaklanıyor. Yemelerine, içmelerine dikkat etmedikleri gibi, örneğin otobanda, sanki ölümsüzlermiş gibi, aşırı hız ya da korunmadan seks yapabiliyorlar. Yani mutluluk ve sağlık arasında doğru orantı yok gibi gözüküyor. Duygular belli yaşam koşullarına gösterilen tepkilerdir. Hangi davranışımızın yararlı, işlevsel ve sağlıklı olduğu konusunda bize bilgi verirler. Bu durum olumsuz duygular için daha çok geçerlidir. Öfke, önemli olanı koruyabilmemiz için bizi bedensel ve bilişsel olarak aktive eder. Korku, tehlike ve risklere karşı dikkatimizi keskinleştirir. Keder, bize kendimizi korumaya ihtiyacımız olduğu mesajını verirken, etrafımızdakilere teselli ve destek aradığımızı haber verir.
Olumsuz duygular olumlu olanlara göre karar verme ve değerlendirme yetimizi çok daha iyi geliştirir. Olumlu duygular – özellikle aşırı olduklarında – kalıplaşmış davanış biçimlerine ve fazla düşünmeden karar vermeye yol açar. Çok mutluysak, daha çabuk yanılırız, dikkatimiz dağınıktır. Bu durum çeşitli çalışmalarla da gösterilmiştir. Örneğin bir çalışmada denekler önce olumlu ve olumsuz duygularla yüzleştirilmiş, daha sonra belli problemleri çözmeleri, belli durumlar için karar vermeleri istenmiştir. Olumlu duygularla yüzleştirildiklerinde hızla ve fazla düşünmeden karar aldıkları, problemleri çözerken daha fazla hata yaptıkları görülmüştür.
İnsanların çoğu için mutlu olmak, daha çok mutlu olmak hayatlarının amacıdır, bunu sorgulamazlar bile. Hayatın tadını çıkarmak ister, hatta çıkarmak zorunda olduklarını düşünür, yaptıkları her şeyden keyif almaya çalışırlar. Stresten kaçınmaya ve duygudurumlarını hep yüksek tutmaya gayret ederler. Yani mutluluk düzeyini yüksek tutmak için ellerinden ne gelirse yaparlar. Bu çabanın ters tepeceğini hiç düşünmezler. Mutluluğun bu kadar kolay ulaşılacağına inanır, mutluluk beklentilerini çok yüksek tutarlarsa, daha az mutlu oldukları bütün durumlarda hayal kırıklığına uğrar, kendilerini mutsuz hissederler oysa.
Bir partiyle, bir tatille çok çabuk mutlu oluyorsa biri, gerçekleşmeyen ufacık bir beklenti, onu hemen mutsuz kılar, çok daha sık mutsuz olur. Yüksek mutluluk beklentisi olan insanlar mutluluğa bu kadar da yüksek bir değer atfetmeyenlere göre, beklentileri gerçekleşmediğinde kendilerini daha yalnız hissederler. Ayrıca durmaksızın mutluluk peşinde koşan birey sıkıntılı düşüncelerin etkisi altında daha çok kalır ve kendini çok daha dikkatli gözlemlemeye, her yaşantıdan olumsuz sonuçlar çıkarmaya başlar. En nihayetinde mutluluk peşinde koşmak bireyi asosyalliğe iter, kişiler arası ilişkileri ihmal etmesine neden olur.

Mutluluk, bireysel değerler ve kültür
Mutluluk sosyal ilişkilerimizi bozmaya, onlarla çatışmaya başladığında, içinde yaşanan toplumun kültürel değerleriyle uyuşmadığında sorun var demektir.
Çünkü mutluluğumuz ötekine ve topluma rağmen sürüp gidemez. Örneğin, belli bir başarı sonrasında ortaya çıksa bile gurur ve kibir gibi duygular işlevsel olmayan mutluluk duygularıdır. Gurur önünde sonunda, hayranlık beklemek, ötekine olan bağlılığı koparmak, daha az başarılı olanları küçümsemek, sabırsız ve agresif olmakla sonuçlanır.
Oysa olumsuz duygular için tersi geçerlidir; utanma ve suçluluk duygularının varlığı değil, yokluğu kişiye zarar verir. Örneğin yaptığımız yanlışları düzeltebilmemiz, çatışmaları çözebilmemiz, zararları onarabilmemiz bu olumsuz duyguların varlığıyla mümkündür ancak. Olumsuz duygulardan kaçınan ya da uygun bir şekilde ifade edemeyen kişi uzun vadede kendi iyilik haline zarar vermiş olur.
Mutluluğun kültürel bağlamı da, mutluluğun nasıl yaşanması gerektiğini, duyguların uygun ifadesinin nasıl olduğunu belirleyen önemli etkenlerdendir. Mutluluğun dışa vurumu bireyin kendisinden çok, içinde yaşadığı kültür tarafından belirlenir. Örneğin bireysel mutluluğun kollektif uyumla mı, bireysel başarılarla mı bağlantılı olduğu, yoksa her bireyin kendi mutluluk kriterini kendisinin mi belirleyeceği, toplumsal değerler ve geleneklerle belirlenmiş ve bireyin bilincine yerleşmiş bilgilerdir. Böyle bakıldığında içine kapalılığın daha çok takdir gördüğü Uzakdoğu toplumlarıyla, dışa dönüklüğün durmaksızın empoze edildiği Batılı toplumların mutluluğu yaşama biçimlerinin neden farklı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Kabul ve değer atfetmeyen farkındalık
Mutluluk beklentisi yüksek insanlar olumsuz duygularını bastırmaya ve yok saymaya çalışır, bunu beceremedikçe daha da mutsuz olurlar. Oysa olumsuz duygulardan kaçmayan, onlarla yüzleşen ve olduğu gibi kabul eden birey, paradoksal bir şekilde kendi yaşantılarını daha az olumsuz değerlendirmeye başlar. Daha dengeli, daha az kaygılı, daha az depresif, yani daha mutlu olur. Kabul etmek ve değer atfetmeyen bir farkındalık geliştirmek duygusal olarak iyilik halinin korunabilmesi açısından daha doğru bir duruştur.
En önemlisi de, mutluluğu bir hedef olmaktan çıkarabilmek ve mutluluğun ancak yapıp ettiklerimizin bir yan ürünü olarak ulaşılabilen bir duygudurum olduğunu kabul edebilmektir.